Monday, March 12, 2012

İlhan Başgöz


İz Bırakanlar                                                                                   Feyziye Özberk

Türk folklorunu dünyaya tanıtan bir bilge:
İlhan Başgöz
Başgöz’e göre folklor, yalnız geçmişin fosillik kalıntılarını inceleyen ve şurada, buradan derlenen metinlerle, bir ulusun kültür geçmişini yeniden kurmaya çalışan bir bilim olamaz. O, folklorun bugünden koparılarak incelenemeyeceğini düşünüyor; “folklor asıl bugünkü kültür üzerinde çalışmalı ve bugünü aydınlatmalıdır,” diyor.


Prof. Dr. Mehmet İlhan Başgöz Türk folklorunu ve halk edebiyatını öncelikle Amerika’ya ve dünyaya tanıtan bir bilim adamı, aşağı yukarı Cumhuriyetimizle yaşıt bir çınar. Folklor toplantılarına davet edilmediği memleket, görmediği diyar kalmamış. Ünlü halkbilimcilerden, Pensilvanya Üniversitesi, Profesörü Dan Ben-Amos da onun bu niteliğini vurguluyor. “Amerikalılara olduğu kadar, katılmış olduğu uluslararası sempozyumlar, vermiş olduğu konferanslar ve doğrudan organizasyonunu yapmış olduğu etkinliklerle Türk folklorunu dünyaya tanıtan biridir.”
Başgöz’e göre folklor, yalnız geçmişin fosillik kalıntılarını inceleyen ve şurada, buradan derlenen metinlerle, bir ulusun kültür geçmişini yeniden kurmaya çalışan bir bilim olamaz. O, folklorun bugünden koparılarak incelenemeyeceğini düşünüyor; “folklor asıl bugünkü kültür üzerinde çalışmalı ve bugünü aydınlatmalıdır,” diyor. Başgöz, toplumun ve çevrenin koşullarına baş kaldıran insanın, folklor geleneğini ve sözlü edebiyatı kişisel olarak yaratığına veya değiştirdiğine, dikkat çekiyor. Örneğin: Karacaoğlan, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal… Başgöz, dinci ve gizemci şairlerin içinden, bir tekkeye bağlı olsalar da, tarikatın sözcülüğünü aşan, evrensel insanın duygularını yakalayan Yunus Emre, Pir Sultan Abdal gibi büyük söz ustalarının çıktığını belirtiyor. Nasreddin Hoca da sadece basit, güldürücü bir komik değil, Osmanlı-Türk toplumunun ve insanının tüm kötülüklerini, zaaflarını, bönlüklerini gülerek veren ve taşlayan yaman bir eleştirmendir.
Başgöz göre; bizim halk kültürümüzde, bir yandan eski Yunan-Bizans kültürünün ve bin yıllık Arap-İran kültürünün etkileri var. Bu çok yanlı bileşim halk hikâyesi geleneğinde yaşıyor.

Mesleğini uzun yıllar Amerika’da sürdürmek zorunda kalmış
İlhan Başgöz, Pertev Naili Boratav’la başlayan akademisyen Türk halkbilimcileri kuşağının önemli bir üyesidir. Onun değerini, yaptıklarını, eserlerini anlatan kitap, dergi ve pek çok yazı var. Ama ona öyle şeyler yaşatılmış ki çok sevdiği, tutkuyla bağladığı mesleğini, uzun yıllar Amerika’da sürdürmek zorunda kalmış. Birçok kitabı, makalesi önce İngilizce, sonra Türkçe yayımlanmış.
Başgöz, 1960’lı yılların başında gittiği ABD’de Kalifornia Üniversitesi’nin Los Angeles ile Berkeley yerleşkelerinde ve Indiana Üniversitesi’nde çalışmış, en uzun süre çalıştığı ve 1975 yılında profesörlüğe yükseltildiği Indiana Üniversitesi’nden 1997 yılında “Emeritüs” unvanıyla emekli olmuş. 1978’de Boğaziçi Üniversitesi’nde, daha sonra özellikle 2000’li yıllarda belirli dönemlerde: Bilkent Üniversitesi, Türk Edebiyatı Bölümü’nde ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde dersler veren Başgöz halen Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde konuk profesör olarak seminer türü dersler veriyor. Bir ayağı Amerika’da, bir ayağı Türkiye’de…
Başgöz’ün, uzmanlık alanı ile ilgili yirmiden çok Türkçe ve İngilizce kitabı var. Onun bilime en önemli katkılarından biri de Indiana Üniversitesi’nde kurduğu Türk Araştırmaları Yayın Dizisi’nin genel editörü olarak, Türk kültürü konusunda pek çok İngilizce kitabın yayınlanmasını sağlamış olmasıdır. Ayrıca Türkiye’de hiç bir kitaplıkta olmayan Türk folkloru kitap koleksiyonunun, Indiana Üniversitesi kitaplığında bulunmasını Başgöz’e borçluyuz. “Indiana Üniversitesi’nin kitaplığında 4 milyon kitap vardır. Ben emekli olmadan önce istediğim her kitabı Türkiye’den satın aldılar. Bu yüzden Indiana Üniversitesi kitaplığındaki, Türk folkloru koleksiyonu Türkiye’de hiç bir kitaplıkta yoktur.”
Türkiye Bilimler Akademisi “Şeref Üyesi” ve Amerikan Folklor Cemiyeti’nin “Onur Üyesi” olan Başgöz’e, Emre Kongar’ın müsteşar olduğu dönemde, 1993 yılında Kültür Bakanlığı tarafından, “Türk Halk Kültürüne Üstün Hizmet Onur Ödülü” verilmiş. O ayrıca: “TÜBA 2004 Bilim Ödülü”, “Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı’nın 2009 Yılı Edebiyat Dalı’ndaki Ödülü” ve “2000 Yılı Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü” olmak üzere birçok ödülün de sahibi... Bu ödüller Başgöz’ü mutlu etmiş mi, yüreğindeki yaralara, kırgınlıklara deva olmuş mu? Yanıtını kendi sözlerinden öğrenelim: “Ben devletime hiç küsmedim” diyor ve ekliyor: “Yurtdışında ne kadar ödül alırsan al, insanın kendi kültürü içinde saygı görmesi başka ve çok tatlı bir olay. Hele yaşınız yetmiş beşi geçmişse…”

Eğitim Onur Ödülü
İlhan Başgöz’le önce e-posta yoluyla haberleştik. Ulusal Eğitim Derneği, her yıl verdiği Eğitim Onur Ödülü’nü bu yıl Prof. Dr. İlhan Başgöz'e verdi. 26 Kasım 2010 Cuma günü yapılan ödül töreninde, onu dinleme ve onunla konuşma olanağını buldum. Törende Dernek Genel Başkanı Zeki Sarıhan’ın, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nizamettin Koç’un ve halkbilimci Metin Turan’ın konuşmalarını dinledik ve hocamızın örnek alınacak yaşamını, eserlerini ve kişilik özelliklerini öğrendik.
Başgöz, yalın, süssüz bir anlatımla, yumuşak bir ses tonuyla konuşuyor. Dinleyenleri hem akıllarından hem de yüreklerinden öyle bir başarıyla yakalıyor ki gözünüzü kırpmıyorsunuz. Onu dinlerken bir halk aşığını izliyormuş gibi bir duyguya kapılıyor; bu neredeyse sessizce akan nehrin yumuşak sesi hiç dinmesin istiyorsunuz. Sanırım bir aydın olarak halk edebiyatından damıttığı tatlı bir dil kullanıyor. Çokça gülüyor ama arada bir de gözlerinizden yaşlar gelmesine engel olamıyorsunuz. Siz tekleyecek sözünü unutacak kaygısına kapılmışken o üç büyük şairin üç uzun şiirini bir kitaba ya da nota bakmaksızın peş peşe söz ipine diziveriyor. Zaten şimdi kendileri de folklar uzmanı, hoca olmuş eski öğrencileri hocalarının belleğinde koskocaman bir arşiv olduğundan söz ediyorlar.

Amerika’da yaşasa da beyni ve yüreğiyle Türk halkı için üretiyor
Başgöz’ün 1940’lı yıllarda ve devamında Anadolu’dan derlediği, özellikle halk edebiyatıyla ilgili metinlerin toplamı binlerce sayfayı bulmaktadır. “Ben Amerika’ya gelirken yanımda büyük bir folklor hazinesi ile geldim. 1943 yılından itibaren derlediğim metinler kasetlerde, dergilerde buraya geldi.” O, bu kaynaktan ve daha sonraki yıllarda yaptığı araştırmalardan yararlanarak birçok değerli eser kaleme almış: Örneklerle Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, Manilerimiz, Karac’aoğlan, Âşık Ali İzzet Özkan, Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Türk Halkının Bilmeceleri, Türkiye’nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk, Türkü, Yük Taşımıyoruz Sevgi Taşıyoruz Tüm bunlar onun Amerika’da yaşasa da beyni ve yüreğiyle, Türk halkı için çalıştığını, ürettiğini gösteriyor.
Başgöz Hoca 1997 yılında beri her yaz, Edremit/Güre’de yaptırdığı binada, halkbilim yaz kursunda 20 gün “bilgisini ve görgüsünü genç üniversiteli arkadaşları ile” paylaşıyor. Bu çalışma için kimseden yardım istememiş. O, bu yaz kurslarını önce bir doktora seminerine dönüştürmeyi, sonra da “bir köy üniversitesi kurmayı” hayalliyor.” Son yıllarda bu kurs Indiana Üniversitesi’ne bağlanmış, artık onlarla işbirliği içinde devam edecek.
Alan çalışmalarından hangisi Başgöz’ü çok etkilemişti? Bu sorunun yanıtı ilgi çekici olduğu kadar onun bir halk adamı olduğunu ve insanlarla bağ kurmadaki ustalığını, azmini ortaya koyuyor. “Aşkale’nin bir köyüne yaptığım gezi… Erzurum’dan bir at kiralayarak köye vardım. Hüseyin Dede’ye konuk oldum. Heybemde zebellah Grundig marka bir ses alma makinesi ile Hüseyin Dede’nin evine indim. Kimim, neyim sormadılar. Alevilerde mihman Ali’dir. Hüseyin Dede bir türlü sazı eline almıyor. İşi şakaya vurdum. Ben Ankara’dan geliyorum. Hayvanlarınız için eksik vergi vermişiniz, hayvanlarınızı sayacağım, size yeni vergiler yazacağım dedim. İnanmadılar ve buzlar çözüldü. Ses makinemi indirdim, Hüseyin Dede gene nazlanıyor. Yemek ortaya geldi. Gidip heybemden bir şişe rakı getirdim. “Dede sofra demsiz olmaz” dedim. Bu yetti. Hüseyin Dede çağırdı oğlunu ‘Bu adam cin midir, şeytan mıdır, getir şu sazı’ dedi. Onun türküleri şimdi Millî Kütüphane’dedir.”

Arpalar biçilirken doğmuş
İlhan Başgöz Gemerek doğumlu. 1921 yılında “arpalar biçilirken” doğmuş ama bazı yanlış anlamalarla Amerika’daki bütün resmî belgelere doğum tarihi, 15 Ağustos 1923 olarak kayda geçmiş. Gemerek, Sivas ili Şarkışla ilçesine bağlı bir bucak iken 1953 yılında ilçe olmuş. 15 Ağustos’un da bir öyküsü var: “Kaliforniya Üniversitesi’nde işe başlayınca doğduğum yılı, ayı ve günü sordu sekreter. Orada bu çok önemli… Elbet arpalar biçilirken diyemezdim. Ekim dedim. Aradan bir zaman geçtikten sonra aynı soru gene sorulunca bu sefer, verdiğim uydurma ayı unutup Kasım dedim. Sekreter bana dedi ki: ‘İlhan Bey insan anasından bir defa doğar.’ Gülüştük ve ben 15 Ağustos dedim. Amerikan pasaportumda 15 Ağustos 1923 yazar. Doğum tarihim 1921 olmalı. Gemerek’te büyük babam 1337 tarihinde bir ev yaptırmış, taşların birinde bugün bile 1337 tarihi (yani 1921) okunuyor. Ben bu ev yapılırken doğmuşum. Gemerek benim doğup büyüdüğüm yıllarda küçük bir kasaba idi. Babam ilkokul öğretmeni olduğu için, köy çocuklarının dünyasına pek katılmasam da, halk kültürünün içinde büyüdüm. Annem genç bir kızken Karadağ’a yaylaya çıkarlarmış. Türküler söylerdi:
Karadağ’ın eteğinde
Yayla derler yurdumuz var
Herkes bizi dertsiz sanır
Türlü türlü derdimiz var.”

Şiire tutkun, güzel şiir okuyor
Başgöz, ilkokul öğretmeni “Hasan Efendi derler”, bir babanın ve okuma yazmayı millet mekteplerinin açılmasıyla öğrenen Cadoğlu Türkmenlerinden Zeycan Hanımın oğlu. “Yazları büyük babamın Çıbık’taki evinde akranım çocuklarla “lıkka” oynardık, “mil” oynardık, “aşık” oynardık. Ben ilkokul dördüncü sınıfta iken babam emekli oldu ve Sivas’a göçtük. Sokakta oynamaya dehşetli düşkündüm, okuldan çıkar çıkmaz derhal sokağa koşardım. Karanlık basana kadar çeşitli oyunlar oynardık. Bir sürü oyun tekerlemesi o yıllardan aklımdadır.”
Her Türk genci gibi Başgöz de şiire tutkun; güzel şiir okuyor, ayrıca şiir de yazıyor. Altı yaşında olmalı öğretmenler odasına çağrılıp, şiir okutulur. Şeker sanarak ilaç yiyen bir çocuğu anlatan monologun Kıvyım kıvyım kıvranıyor, yüreciği dağlanıyor sözlerini midesini göstererek okuması dinleyenleri kahkahalarla güldürür. O gün bu gün şiir okumayı seviyor.
Onda etkili olan diğer bir anı, Atatürk’le ilgili… 1937 yılında Sivas’ı ziyaret eden Atatürk, matematik derslerine giriyor, tahtada üç köşesi alfa, beta, gama ile belirtilmiş bir üçgen çizili. Atatürk. “Türk alfabesi matematik terimlerini de anlatmaya yeterlidir, çocuklar” der ve üç köşeye kendi eliyle “a,b,c” yazar. Matematik kitabında da Yunan harflerinin kullanıldığını öğrenen Atatürk, bir hafta sonra okula “a,b,c”li yeni matematik kitabının gönderilmesini sağlar. Başgöz bu son derece hızlı ve kararlı değişimi “Liderler devrimlerine gerçekten inanan insanlardı,” diyerek yorumluyor. Ertesi yıl Atatürk’ün ölümünü öğrenen Başgöz günlerce ağlıyor ve ilk şiirini yazıyor.
1940 yılında Sivas Lisesi son sınıf olgunluk sınavına giren dokuz kişiden yalnızca Başgöz, başarılı olup üniversiteye girme hakkını kazanıyor. Diğer sekiz öğrenci “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” sözünü iyi açıklayamamışlardır.

Fakülte yılları ve folklorla tanışma
İlhan Başgöz burslu öğrenci olarak Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin (DTCF) Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne başlıyor. “Sivas Lisesi’nde öğrenci iken Ankara Radyosu, Bir Türkü Öğreniyoruz adlı bir program başlattı. Adı sonradan Yurttan Sesler olan bu programda Muzaffer Sarısözen her hafta bir halk türküsü öğretirdi. İlk öğrendiğimiz türküler; Bico nerden geliyon ve Bursa’nın ufak tefek taşları diye başlayan türkülerdi. İçinde büyüdüğüm kültürün, öğrendiğim türkülerin, oynadığım oyunların folklorun konusu olduğunu elbet o vakit bilmiyordum. Sonra, 1940 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne başladım. İlk iki yıl Türk Diline meraklı idim. Türk Dili hocamız Tahsin Banguoğlu çok iyi bir doçentti. Öğrencinin halinden anlar ve iyi öğretirdi. Sonra 1943 yılında Pertev Boratav askerden döndü. Folklor ve Halk Edebiyatı dersi vermeye başladı. İlk aldığım derste öğrendim ki, konuştuğu dilin nesir olduğunu öğrenince hayret eden Tartüf gibi, ben de folklorun içinde doğup büyümüşüm de haberim yokmuş. O vakit kararımı verdim folklor dalında doktora yapacaktım.”
Hayatının en çalkantılı ve tatlı yıllarının geçtiği bu fakültede çok değerli ve birikimli hocaları olur. İngilizce hocası olan Saffet Korkut, aynı zamanda yöneticidir, kayıtla ilgili bazı sorunların çözümüzde ve burs bağlanmasında çok büyük bir anlayış gösterir, Başgöz’e. “Senin gibi halk çocuklarını tabii ki destekleyeceğiz” der. O yıllarda genel anlayış budur. Çalışkan, başarılı gençler için Türkiye’de ya da Avrupa’da okuma olanağı vardır. Yukarda sözü edilen hocaların yanı sıra fakültedeki diğer değerli isimler: Fuat Köprülü, İbrahim Necmi Dilmen, Abdülbaki Gölpınarlı, Niyazi Berkes, Ferit Kam…
DTCF’ye ilk girdiği yıllarda, Fuat Köprülü’nün, Ali Şir Nevai’nin doğumunun 500. Yılı dolayısıyla verdiği konferansta, Başgöz de Nevai’nin Çağatay lehçesi ile birkaç gazelini okuyor ve birden meşhur oluyor. O yıllarda Köprülü’nün konuşmaları Milli Eğitim Bakanlığı’nın ileri gelenleri, milletvekilleri, radyo yetkilileri gibi başkentin seçkin aydınları tarafından izleniyor. Başgöz’ün güzel şiir okuması, Ahmet Kutsi Tecer’in de dikkatini çekiyor. Bu tanışıklık, ona hem Halkevi’ne üyeliği hem de Ülkü Dergisi’nde küçük de olsa iş olanağı sağlıyor. Her ay derginin eki olarak verilen tek sayfalık ayın haberlerinden özetleri, Başgöz hazırlıyor. Bu çalışmaya karşılık, üniversite öğrencisi olarak aldığı burs kadar, yani 40 lira ek gelir kazanıyor. Başgöz, 1945 yılında mezun oluyor, 1949 yılında da aynı fakülteden, folklor alanında hazırladığı tezle, doktor unvanını alıyor.
Kars derleme gezisi
Başgöz’ün folklor anlayışına biçim veren etkenler; Pertev Boratav gibi büyük bir folklorcu ile çalışma şansını bulması ve onu “her zaman sanatlarına hayran bırakan bir hayli büyük âşıkla Kars kahvehanelerinde tanışmasıdır. O bu durumu: “Yani bir yandan gerçek bir bilginle beraberdim, bir yandan hep halkın içinde oldum,” diyerek açıklıyor.
Başgöz’ün araştırma mekânında en önemli yer Kars’tır. Hikâye geleneğinin en merkez noktası, eski İran ve Azeri sözlü edebiyatını birleştiren bir sentez yeri Kars kahvehaneleridir. Bu kahvehaneler âşık geleneğini yaşatan âşıkların sanatlarını ilk öğrendikleri ve izleyenleriyle paylaştıkları en önemli yerdir.
Başgöz, onda etkileri olan bir anısını, asistan olduğu günleri yeniden yaşayarak şöyle aktarıyor: “Dil Tarih’te benim için en önemli olay, 1943 yılında Pertev Boratav’la yaptığımız Kars derleme gezisidir. Kars, Ruslardan kalma siyah taş evleri, Borluk suyu ve Borluk gazozu, Âşık kahveleri, taze kere yağı, (tereyağına kere yağı diyorlardı). Malakan’ın çiftliğinden gelen balı ve Halkevinde seyrettiğim Deli Horon Barı ile beni fena çarptı. Bugün bile bu seyahat bütünü ile bende yaşar. Sesim çok kötü olduğu halde Kars’ta öğrendiğim türküleri hâlâ söylerim. Elbet yalnız olunca… O vakit Erzurum Sarıkamış arasında Dekovil denilen dar hatlı bir tren işlerdi. Vagonlarında odun sobası yanan bu trenin lokomotifi odunla çalışırdı. Odun tükenince tren durur, Sarıkamış ormanlarından kesilip istasyonlara yığılan odunlardan yeteri kadar alınır, tren yeniden harekete geçerdi.”

Toplumcu aydınların, “komünist” diye takibata uğratıldığı, kıyıldığı yıllar
1940’larda bazı aydınlarda ve basında görülen Nazi ideolojisi ve Alman hayranlığı iktidar kadrolarında da etkili olur; faşist hareketleri destekler ya da onlar karşısında sesiz kalırlar. Dil Tarih’e yapılan saldırı, Köy Enstitülerine ve Hasan Âli Yücel’e yönelik karalama kampanyaları, yargılamalar, Tan baskını ve benzeri olaylar… Daha sonraki yıllarda; Amerika’da başlatılan Mc. Carthy hareketinin etkisi, bu antikomünist zihniyeti daha da güçlendirir ve yaygınlaştırır. Amerika’da Cumhuriyetçi Parti’ye mensup Wisconsin Eyaleti senatörü Joseph Mc. Carthy ilerici ve özgün düşünen sanatçı ve aydınları "komünist" ilan edip bir cadı avı başlatmıştır. Ülkemizde de özellikle toplumcu, yurtsever aydınların, bilim insanlarının, sanatçıların “komünist” diye kötülendiği, takibata uğratıldığı, kıyıldığı bir döneme girilir. Başgöz, doktora çalışmasına başladığı dönemde, Hacettepe semtinde bir astsubaya ait ev de kiracıdır. Ev sahibi onu evden çıkarmak için, mahkemeye başvurur; gerekçesi: “komünistlik yapıyor”dur. “Ne yapıyor?” diye soran hâkime ev sahibinin yanıtı: “Efendim, gece saat ikiye, üçe kadar daktilo yazıyor,” olur. Bu anlayış okuyan-yazan insanlara karşı yaratılan düşmanlığın en basit örneklerinden biridir. O günlerde estirilen rüzgârı Orhan Veli bir şiirinde şu sözlerle hicvediyor:
“Mademki açlıktan bahsediyorsun
Sen komünistsin
Bütün binaları yakan sensin”
Bu sürecin ilk kurbanları: Dil Tarih’in solcu hocalar olarak bilinen Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav’dır. Türlü karalama kampanyalarından ve haksız-hukuksuz işlemden sonra kürsüleri kaldırılan bu hocalar, üniversiteden uzaklaştırılırlar.
Başgöz, Pertev Boratav’la ilgili bir yazısında, o döneme ilişkin olarak şunları yazıyor: “Boratav, Niyazi Berkes ve Behice Boran, memleketimizde fikir özgürlüğüne ve üniversite bağımsızlığına, yapılan saldırılara, tek başlarına yiğitçe karşı koymuşlardır. 1945 ile 1950 yılları arasında Türk toplumu, siyasi partileri, üniversite öğretim üyeleri ve basını ile çok kötü bir imtihan vermiş, yalnız üniversitelerimizin bağımsızlığı değil, demokratik gelişmemiz çok kötü bir yara almıştır. Dış politikamızın bağımsızlığını kaybetmesinin nedenini de o yıllarda aramak gerekir. Bunların acısını bugün bile çekmekteyiz.”

Öğretmenliğe atanma, öğretmenliğin de elinden alınması ve tutuklanma
Boratav’ın folklor kürsüsü kapatılınca Başgöz’ün doktora tezini Fuat Köprülü okuyor; sözlü sınavda da onu epey terlettikten sonra doktor unvanını veriyor. Onun konumunda olan diğer asistanlar fakültede kalırken o, Tokat Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak sürgün ediliyor. Varır varmaz Tokat Öğretmenler Birliği’ne başkan seçiliyor; çünkü doktorası olan tek lise öğretmenidir. Öğrencilerini çok seviyor, onlarla futbol, voleybol oynuyor, duvar gazetesi çıkarıyor, sınıflara el birliği ile kitap rafları yapıyor, Ankara’dan yollanmış ve sandıklarda bekleyen “500 Klasik Eser”i bu raflara yerleştiriyor ve bir okuma yarışı başlatıyor. Ne yazık ki iki yıl sonra Demokrat Parti’nin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, “öğretmenliğe layık değildir” diyerek işine son verdiriyor. 1953’de Yedek Subay okulundayken, 1952’de başlatılan “komünist tevkifatı” davasıyla bağlantılı olarak tutuklanıyor. İki ay İstanbul Sirkeci Sansaryan Han’da hücrede tutuluyor. Hücredeki ruh durumu, yazdığı bir şiire şöyle yansıyor:
“Avcılardan kaçmış ceylan misali ümit
Sinmiş kalbin en tenha yerine
Bir uyur, bir uyanır”

“Kardeşliğe bin selam”
Daha sonra gönderildiği Harbiye mahpusunda altı ay daha yattıktan sonra, mahkemeye çıkarıldığı ilk gün tahliye ediliyor. Levazım yedek subay olarak Kars’ta 14’üncü Süvari Tümeni’nde askerliğini tamamlıyor. Askerlik sonrasında geçimini sağlamak için yapmadığı iş kalmıyor. Bir ara Vakıflar Bankası için çok iyi para getiren bir reklâm programı başlatıyor ama “Radyo ile Moskova’ya mesaj gönderir” denerek program durduruluyor ve polis tarafından Adana’ya sürgün ediliyor. Neyse ki Adana’da savcı Mustafa Çelebi “bu Türk Ceza kanununun yüz karasıdır” diyerek, sürgün cezasını kaldırıyor. Bu kararı öğrendiği gün, Ankara’dan yollanan, ikiz kızları: Aslı ve Nesli’nin doğumunu bildiren telgrafı alıyor. Bugün Başgöz’ün kızlarının biri tıp doktoru, Harvard Üniversitesi’nde profesör diğeri avukat White and Case’nin İstanbul’daki yöneticisi… Biri Amerika’da, diğeri Türkiye’de yaşıyor.
Başgöz, 27 Mayıs öncesi çok sıkıntılı günler yaşıyor, hem sürekli bir işi yok hem de her an yeniden tutuklanma olasılığı var, polis tarafından aranıyor. Bu nedenle Mayıs ayının son günlerinde, ailesinin yanında değil bir akrabasında kalıyor. 27 Mayıs devrimi onun için bir müjde oluyor. Duygularını döktüğü şiir, eşinin ağabeyi, orkestra şefi Hikmet Şimşek tarafından hemen besteleniyor ve aynı gün radyodan yayınlanıyor.
Şiirin bir kıtası şöyle:
“Selam selam orduya,
Selam selam halkıma,
Selam selam güzel yurduma,
Kardeşliğe Bin Selam.”
27 Mayıs devrimi Başgöz’ün hayatında çok köklü bir değişim yapıyor, tekrar tutuklanma olasılığı ortadan kalkıyor, rahat bir nefes alıyor.

Amerikan Folklor Dergisi’nde yayımlan ilk makale
Başgöz daha Türkiye’deyken, ilk makalesi 1952 yılında yurtdışında yayımlanıyor. DTCF’de hocası olan Volfram Eberhard tarafından İngilizceye çevrilen makale, Amerikan Folklor Dergisi’nde Âşıkların Hayatları Hakkında Türk Halk Hikâyeleri başlığıyla yer alıyor. Yazının konusu, halk şairlerinin hayat hikâyelerinde rastlanan anlatı öğeleridir. Yurtdışındaki bu ilk yayın, dikkatleri Türk folkloruna çekmenin yanında, Başgöz’ün, Amerikan üniversitelerinde çalışabilmesi için önemli referanslardan birini oluşturuyor. Türkiye’yi ziyaret eden Kaliforniya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Howard Wilson’un, Atatürk devrimlerinin, eğitimde yarattığı gelişme ve değişmeler, dikkatini çekiyor. Dekan bu konuda bir kitap yazılmasını istiyor. Başgöz’ün Ford Vakfının bursuyla, Amerika’ya gidiş nedeni bu kitaptır. Önce yurtdışına çıkışı engellenen Başgöz, 27 Mayıs’ın asker yöneticilerinden Albay Sami Küçük’ün desteğiyle pasaport alabiliyor. Bursun koşulları gereği, Başgöz altı ay Londra’da kalıyor ve Bernard Lewis’le bir çalışma yapıyor, oradan da Amerika’ya geçiyor. Amerika’da Wilson’la birlikte Türkiye’de Eğitim Sorunları adlı kitabı hazırlıyor. Bu çalışma Indiana Üniversitesi tarafından 1968 yılında yayımlanıyor. Eser, Türkiye Cumhuriyetinde Milli Eğitim ve Atatürk adıyla aynı yıl, Ankara’da Dost Yayınları arasında yer alıyor.

Kaliforniya Üniversitesi
“Amerika’da ilk gittiğim Kaliforniya Üniversitesi’dir. Daha üniversiteye vardığım ilk gün beni şaşırtan bir olay oldu. Bana fakülte dış kapısının ve ofisimin anahtarlarını verdiler. İstediğim zaman gelip, gece de ofisimde kalabilirmişim. Ya bir şey kaybolursa diye çok korkmuştum. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin kapısından çantalarımız aranmadan, hüviyetimizi göstermeden giremezdik. Oradan Indiana Üniversitesi’ne geçtim ve Türk folkloru okutmaya başladım.
Amerika’ya gelince İngilizce bilmiyordum. Sonra biz Ankara’da yalnız Türkçe yazılan kitapları okumuştuk. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulurken bazı yabancı kitaplar satın alınmış ve onlarla kalınmış. Benim Fransızcam iyi idi. Ama folklor dalında Fransızca yazılmış bir kaç kitaptan başka bir şey okumamıştım. Burada üniversiteye giren bir öğrenci dünyanın bütün dillerinden İngilizceye çevrilmiş muazzam bir kitap dünyası ile karşılaşır. Elini hangi konuya atsa, konunun en önemli kitapları anadilinde elinin altındadır. Öğrenci ders notlarından çok ders dışı kaynaklardan öğrenir.”

Ünlü Türkolog Andreas Tietze ile birlikte çalışıyor
Başgöz Amerika’da Kaliforniya Üniversitesi’nden, Andreas Tietze ve Archer Taylor başta olmak üzere çalışma alanıyla ilgili olan önemli isimlerle tanışıyor. Yaşamı 2003 yılında Viyana’da sonlanan Tietze, 1950’li yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Almanca ve İngilizce dersleri vermiş, kıymetini bilmediğimiz, bu nedenle de gitmesine neden olduğumuz Türkçenin etimolojisi üzerine kapsamlı çalışmasıyla tanınan, Türkçe dışında, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, Almanca, Rusça, Latince, Yunanca dillerine hâkim önemli bir bilim adamıdır. Taylor ve Tietze, bilmeceler üzerine çalışmaktadırlar, ancak ellerindeki malzeme sınırlıdır. Oysa Başgöz oraya, önemli bir bölümünü kendisinin derlediği, bir bölümünü de liseden öğretmeni, doktora sürecinden arkadaşı Şükrü Elçin tarafından verilmiş 10.000’in üstünde bilmece ile gitmiştir. Taylor, sonradan bu ortak çalışmadan çekilse de, bilmece çalışmalarına kazandırdığı metotla önemli bir yol açıcı olmuştur. Başgöz ve Tietze, Türkçe söylenmiş bu zengin bilmece koleksiyonu üzerinde çalışarak, 1973 yılında, Kaliforniya’da 1063 sayfa hacminde, beş bini esas metin diğerleri varyant olmak üzere yaklaşık 13.000 dolayında bilmecenin yer aldığı ciddi bir yayın yaparlar.

Folklordan toplumları harekete geçiren bir güç yaratılabilir mi?
Başgöz, geleneksel metinlerin toplumsal bağlamı içinde uygun yöntemlerle sunulduğunda, bu metinlerin bağımsızlık savaşları dâhil bir ulusu harekete geçirmede büyük bir güç haline gelebildiğini yazıyor. “Geleneksel anlatıcılar gündelik yaşamlarını, sorunlarını, geçmişten şimdiye dek edindikleri deneyimlerini hikâyelere ve türkülere sokabilmekte ve “kişisel katmalar yolu ile kendilerini” dinleyicilere tanıtmakta, kendi dünya görüşlerini, duygularını, “yergi ve beğenilerini hikâyenin içine” serpiştirebilmektedirler. Bu yüzden metni hareketli kılmak gerekir. Bunu sağlamanın yolu, metinle birlikte diğer unsurları araştırma kapsamına dâhil etmek, metni toplumsal bağlamı içinde irdelemektir. Konuya bu açıdan bakıldığında hareketlendirilen metinlerin bağımsızlık savaşları dâhil bir ulusu harekete geçirmede nasıl büyük bir güç haline gelebildiğini tarihsel olaylar kanıtlamıştır. Örneğin Napolyon ordularına karşı savaşan uluslar, Ruslara direnen Finlandiyalılar, Osmanlıdan ayrılmak isteyen Yunanlılar sözlü geleneği, amaçlarına ulaşmada araç olarak kullanmışlardır. Yine II. Dünya Savaşı’nda Hitler orduları Yunanistan’ı işgal edince, Yunan kahvelerinde Karagöz perdesi kurulmuş, Karagöz metinleri Hitler askerlerinin gamalı haçlarını “patakla”ma doğrultusunda havalandırılmıştır. Karagöz perdesi böylece işgalci güçlere karşı savaşan kesimlerin gücünü temsil etmiştir. Karagöz, uzun koluyla Hitler ordularını, erkeklik aygıtı “Toraman” ile ise Cezayir’i işgal eden Fransız askerlerini dağıtmıştır
Bir ulus olmanın, işgale karşı direnmenin ve politik mücadelede halkı örgütlenmenin asıl tetikleyici gücünü geleneksel türün kendi içsel özellikleri oluşturmaz. Geleneksel tür, belli bir zamanda, belli bir yerde ve belli koşullar altında öyle icra edilmiştir ki artık sabitleşmiş bir metin olmaktan çıkmış, dinamik bir gösterim, itici bir kuvvet haline gelmiştir.” Böylece Başgöz’e göre geleneksel diye düşünülen bir metin tüm unsurlarıyla birlikte değerlendirildiğinde aslında “bir kadavra” değil yaşayan ve kendisini çağdaş yaşamla güncelleyen, sürekli yeniden üreten bir unsurdur.
Başgöz, günümüzde halk dilinin zenginliğini kaybettiğine, okuldan, gazeteden, televizyondan yayılan bir kültür dilinin etkin olduğuna ve halk kültürünün de canlılığını siyasi fıkralarda sürdüğüne, dikkat çekiyor.

Usanıp yorulmadan ders vermeye ve yazmaya devam ediyor
İlhan Başgöz, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne gittiğinde; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimliğini kullanarak akademik çalışmada bulunacağını belirtiyor. Böyle bir istekte bulunmanın anlamı çok az ücret almak ve birçok bürokratik eziyettir. Türkiye’de herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emekli olmalıdır. İlhan Hoca yılmaz, Tokat Lisesi’ndeki kısa süreli öğretmenliğini, askerlik borçlanması da yaparak Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan (SSK) emekliye çevirir. Yani, SSK’ya borçlanıp, bu borcunu da ödedikten sonra alabileceği 450 lira emekli maaşının, ancak yarısını yani 225 lira almak kaydıyla Van’da çalışmaya başlayabilir.
Amerika’dan profesör olarak emekli olan bir hocanın ücreti dolar cinsinden, isteğine göre belirlenecekken, “ben ülkeme, halkıma borcumu ödeyeceğim Türkiye vatandaşı kimliğimle ders vereceğim” diyen Hocamız, her tür cezayı hak etmiş değil mi?
Bu yaşta neden hâlâ usanıp yorulmadan yazıp, dersler vermeye devam ediyor? Son yıllarda ne gibi çalışmalar yapıyor? “Şimdiye kadar çeşitli dergi ve gazetelerde basılan yazılarımı Pan Yayınevi 39 Anbar adı ile basıma hazırlıyor. Türk Folkloruna Giriş adlı bir ders kitabının yazılması da bitmek üzere. 2009 Sonbahar döneminde de ODTÜ’de ders vermeye başladım. Ahmet Kutsi Tecer köylülere sormuş neden oynuyor, halay çekiyor, horon tepiyorsunuz, Cevap şu: ‘Oynamasak yaşayamayız beyim.’ Benim de elim ve dilim oynamazsa galiba yaşayamam. Âşık Veysel’in şöyle bir dizesi olacak. Geçer dolaplardan erer arzuya. Ben de nice dolaptan geçtim. Bu dolapların daha kolaylarından geçen nice arkadaşım şu gerçek dünyaya bir çivi çakamadan göçtüler. Ben hâlâ ayak diriyorum. Yahya Kemal’in çok sevdiğim bir dörtlüğü var:
Bir merhaleden güneşle derya görünür,
Bir merhaleden her iki dünya görünür.
Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer,
Geçmiş gelecek cümlesi rüya görünür.
Ben henüz bu rüyaya dalmadım. Ama son merhalede olmanın ince sızısı içindeyim. Bütün okuyucularınıza selam ederim.”
İlhan Başgöz hem bize hem de dünyaya Türk folklorunu tanıtmaya, yazmaya, yayımlamaya, konuşmalar yapmaya devam ediyor. Hocamız, bize geçmişimizdeki halk kahramanlarını tahlil etmeyi, değerlendirmeyi, onların bilgeliğinden ders almayı, gerektiğinde onlardan bir silah gibi yararlanmayı öğretiyor. Ona ufkumuzu açan, yolumuzu aydınlatan emekleri için teşekkür ediyoruz.

Kaynaklar:
1. İlhan Başgöz’ün, İlhan Başgöz Onur Ödülü Töreni, konuşması, Ulusal Eğitim Derneği, 26 Kasım 2010, Ankara.
2. Folklor/Edebiyat Dergisi, İlhan Başgöz Özel Sayısı, 1998 yılı, Sayı: 14, İlhan Başgöz, Pertev Naili Boratav’ın Türk ve Dünya Folklor Araştırmalarındaki Yeri, s. 7–22 ve derginin İlhan Başgöz’e ilişkin diğer yazıları
3. Millî Folklor, Cilt: 11, Yıl: 22, Sayı: 85, s. 11–15, Özgünel, Evrim Ölçer, (2010). Prof. Dr. İlhan Başgöz İle Söyleşi.
4. Gönül Pultar-Serpil Aygün Cengiz, 2003, Kardeşliğe Bin Selam: İlhan Başgöz İle Söyleşi, Tetragon Yayınları.
5. Metin Turan’ın konuşma metni, İlhan Başgöz Onur Ödülü Töreni, Ulusal Eğitim Derneği, 26 Kasım 2010, Ankara. Bu metin Öğretmen Dünyası dergisinin Aralık 372. sayısında yayımlandı.
İlhan Başgöz’ün görüşlerinden:

Âşık edebiyatı
Başgöz, geleneksel ürünlerin düzenin yeniden üretilmesine katkı sağlamakla muhalif öğeler taşımak arasında bir gerilimi içlerinde taşıdıklarına inanıyor. “Geleneksel ürünler, sadece düzenin yeniden üretilmesinin işlevlerini üzerlerine almış içerikle yüklü değildir. Özellikle Türkiye’deki âşık şiiri gibi türler, baskıya, hoşgörüsüzlüğe karşı bir tepki, bir protesto niteliği taşır.
13. yüzyılda tekke edebiyatıyla başlayan protesto geleneği iç çatışmaların ve savaşların yaygınlaştığı, yoksulluğun büyüdüğü dönemlerde yoğunlaşmıştır. Ancak Cumhuriyetinin ilk yıllarında protesto geleneğinde duraklama, hatta kopuş olmuştur. Cumhuriyeti kuranların ülkeyi işgalden kurtararak iş başına gelmeleri nedeniyle âşıklardan saygı görmelerinin bunda payı vardır. Cumhuriyet diğer yandan kendi kültürünü temellendirmede halk kültürünü el üstünde tutmuş, ondan yararlanmıştır. Halk kültürünün temsilcileri olan âşıklar, Halkevlerinde, devlet radyosunda ve başka devlet kurumlarında ağırlanmışlardır. Onların eserleri derlenmiş, basılmış, geniş kitlelere yayılmaya çalışılmıştır.”

Âşıklar halk kültürü ve kahvehaneler
“Sözlü kültürde yaşayan halkın kendi kültürünü öğrendiği, sindirdiği, benimsediği yerdi; kahvehane. İnsanları bir araya getiren, birbirinin dert ve sevinç ortağı kılan bir yerdi. Onun için ‘gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane’ denilmiştir. Ayrıca, Âşıklar halk kültürünü en iyi bilen, koruyan ve kuşaktan kuşağa taşıyan insanlardır. Memleketimizin bir ucunu ötekine ulaştıran insanlardır bu adamlar. Bildiklerini size gönüllü verirler. Adları kitaplara geçmez, ama bildiklerini paylaşmaktan mutlu olurlar. Çok defa para pul da istemezler. Kahvede oturur bir çay içersin, saatlerce hikâyeciyi dinlersin. Çok demokratik bir eğlence yeridir kahvehane. İki türkü söyleyenin parasız yüzünü göstermediği dünyamızda Âşık gani gönüllü, cömert insandır.
Kars’taki son Âşıklar Kahvesini ben 1982’de ziyaret etmiştim. Dinleyici eski dinleyici değildi. Çoğu Trabzon’a yük taşıyan kamyon şoförleri idi. Bir gece kalıp ertesi sabah yola çıkıyorlardı. Halk hikâyesi bir gecede anlatılmaz. Bazen bir hafta sürer. Onu dinlemek için Kars’ta yerleşmiş, geleneği bilen insan gerekir. Modern iletişimin tekniğine gelince bunların çok önemli bir eksiği var. Kahvehane anlatanla dinleyeni yüz yüze getirir, orada dinleyici heyecanlarını, umutlarını, korkularını, sevinçlerini anlatanla paylaşır. Bu sözlü kültürün genel karakteridir. Modern iletişim teknolojisinde kaset, televizyon ekranı, video diski hikâyeci ile dinleyici arasına bir duvar örüyor. Üstelik hikâyeci veya sanatçı artık, dinleyicisinin değil kültür endüstrisinin emrindedir. Onun emirlerini yerine getirecek, onun çal dediğini çalacak, söyle dediğini söyleyecektir. Dinleyici edilgen bir hale gelmiştir. ‘Yaşa âşık, parmakların nur olsun’ diye bağıramaz. Bu önemli bir iletişim eksikliğidir.
Hikâye geleneğinde değerlerin, davranışların sosyal beklentilerin bir bütünlüğü vardı. Gösterimin yapıldığı kahvede kültürümüzün geçmişi, bugünü ve geleceği bir dengeli bütün halinde verilirdi bize. İnsanın huzuru ve iç dengesi kültürün süreliliğinden gelir. Orada nelerin iyi, nelerin kötü, nelerin güzel nelerin çirkin olduğunu, değerli, beğenilir ilkeler halinde öğrenirdiniz. İnternet ve televizyon artık bu kültür süreliliği mesajını bozdu, paramparça etti. Her şey bölük pörçük… Genç insanlar bir kaosta yaşıyor, neye inanacağını bilemiyor. Kültür kopukluğu insanda huzursuzluk, yalnızlık duygusu ve güvensizlik yaratır. 2002’de Van’da bir internet kafeye gittim. Bilgisayarın önündekilerin hemen hepsi, 6 ile 10 yaş arasındaki çocuklardı. Hepsi de vur kır ve yarışma oyunları oynuyordu. Yüzlerindeki gergin yalnızlıktan korktum.”

İlk gittiğiniz kahvehane nasıl bir mekândı?
“Boratav Hoca, ben ve Dil Tarih’in asker öğrencilerinden Özdemir Sarıca, Kars’ta Paydoncular Çarşısındaki kahveye ilk gidişimizi hatırlıyorum. 1943 olacak. Müdami hikâye anlatacakmış. Kahvehane bir yandan başka bir dünya, bir yandan toplum yapısının bir kopyası… Uzun ve dar bir koridor gibiydi kahve. En sonunda bir ocak, semaverde su akşama kadar kaynıyor. Ocağın sağ yanı en değerli yer. Orada Kars’ın köklü ailelerinden varlıklı, saygıdeğer insanlar oturuyor. Biz de girip bir masaya oturduk. Müdami, Pertev Hocayı tanıyor. Hoca Kars’ta askerliğini yaparken Müdami’den hikâyeler derlemiş. Hocanın rasgele bir masada oturduğunu görür görmez Müdami: ‘Olmaz hocam yakışık almaz’ diye hemen ocağın yanında, üzeri halı kaplı bir kanepeye davet etti. Herkes bize ‘hoş gelip, sefalar getirmişsiz’ diyor ve bir çay ısmarlıyor. Müdami Hoca’nın Ankara Üniversitesi’nden hikâyelerini dinlemeye geldiğini açıkladı. Biz artık bütün dikkatlerin odağı olduk. Kahvehanenin duvarında meşhur âşıkların Şenlik’in, Sümmani’nin sazları asılı, yanlarında da Atatürk’ün bir resmi. Âşık sazını akord ederken siz bütün dinleyicilerle beraber başka bir dünyaya girdiğinizi hissediyorsunuz. Bu dünya bir Ermeni kızının aşkı yüzünden Kerem’in yanıp kül olduğu, Âşık Garib’in sevgilisine başlık parası kazanmak için yedi sene gurbete gidip çalıştığı, Tufarganlı Abbas’ın bir zehir kuyusundan ötekine atıldığı dünyadır. Dinleyici bu hayal ve sevgi dünyasına dalınca odun derdini, ekmek derdini, ‘gözü kör olası’ yoksulluğun yükünü unutuyor. Sanatın bu sihirli âleminde kendini, kısa bir zaman için de olsa mutlu hissediyor.”

Folklor çalışmalarına ilişkin kuramlar
Başgöz, folklor çalışmalarına ilişkin olarak ortaya konan kuramları, bunlardaki değişmeleri nasıl değerlendiriyor: “Folklora kuramsal yaklaşımlarda son elli yılda büyük değişmeler yaşadık. Fransız mitoloji bilgini George Dumezil’in çok sevdiğim bir yorumu var. Diyor ki, ‘en değerli folklor kuramının ömrü on beş yıldır, sonra yerini bir başka yaklaşıma bırakır. Ama gerekli bilgilerle derlenen malzeme değerini hiç kaybetmez.’ Ben Amerika’ya gelince metin yayımlaması ve motif çalışmaları moda idi. Sonra öteki sosyal bilimlerin etkisi ile fonksiyon çalışmaları moda oldu. Ben de Türk bilmecelerinin fonksiyonu konusunda bir araştırma yayınladım. Sonra V. Propp’un etkisi ile masalın morfolojik yapısı moda oldu. Onu sosyal çevre içinde araştırma yöntemi izledi. Onun ardından, Gösterimci (performance) yaklaşım ön safta yer aldı. Gösterim 30 yıldan fazla bir zamanda bugün de ilgi çeken bir yaklaşım. Şimdilerde “ethnopoetic studies” modası var. Her söylemde şiirsellik arayan bu gelişme etnografya ile folklor çalışmalarını yaklaştırdı. Ötekinin söylemlerini incelerken, ötekinin bakış açısı önemli sayılıyor. Bu kuramları izleyen çalışmalar yaparken dikkat edilecek bir şey var. Hiçbir kuram, bir kültürü tümden izah etmeye yetmez. Amerika’ya gelen yabancı örgencilerin çoğu hemen bir kuramı öğrenir kendi kültürlerine uygular ve tamam bizim kültürü de bu kuram açıklıyor derler. Bu yanlış bir yaklaşımdır. Kuram alıp oradan kültüre bakmak yerine kültürden kurama varmak doğrudur. O vakit kuramı eleştirmenin yolu açılır.”
İlhan Başgöz’e ilişkin yazılanlardan:

Dan Ben-Amos
Pensilvanya Üniversitesi, Folklor ve Halk Yaşamı Bölümü profesörü
O gerçekten bir “Genç Türk”tür
Türkçeyi hiç bilmeyen Amerikalı folklorculardan oluşan bir kuşağa, Türk folklorunu, Prof. İlhan Başgöz tanıttı. Hem geçmişinizin büyük folklor geleneğini, hem de çağdaş Türk toplumunda folklorun uğradığı değişimi bize, Başgöz öğretti. Kahvehanelerinizdeki hikâyecileri, çocuklarınızın sorduğu bilmeceleri, ihtiyarlarınızın söylediği atasözlerini, biz onun bilim adamı bakışından öğrendik. Hepimizin folklorda yeni kuramlar aradığımız bir dönemde, o bize, değerli araştırmalarıyla, yeni yaklaşımları üzerine kurmamız gereken temeli sundu. Yeni yaklaşımlar arayan ve kendilerine şaka yollu “Genç Türkler” denen bir Amerikalı folklorcular kuşağı arasında o, gerçekten bir “Genç Türk”tü. [Bu deyim İngilizcede sadece gençliği değil, bilimde, politikada ve başka alanlarda geleneğe ve kurulu düzene başkaldıran insanları da belirtmek için kullanılır ve Genç Osmanlılara Avrupa’da verilen “Jeune Turc” adından İngilizceye geçmiştir.]

Prof. Dr. Emre Kongar
Cumhuriyet gazetesi yazarı, öğretim üyesi
Evrensel düzeyde başarıyı yakalamış bir anıt insan
Başgöz hiç kuşkusuz, yapıtları, halkbilime katkıları ve ünü ülke sınırlarını aşmış, evrensel düzeyde başarıyı yakalamış bir anıt insan.
Kişisel olarak tanımak onuruna eriştiğim Başgöz'ün beni hayran bırakan en büyük özelliği sahip olduğu inanılmaz yaşama sevinci ve bitmez tükenmez enerjisidir. Cumhuriyet'in kuruluşuyla yaşıt olan Başgöz, 80 yılı arkasında bıraktığı bugünlerde (2003 yılı) hâlâ 18 yaşında bir delikanlı iyimserliği ve dinamizmi ile okuyor, araştırıyor, yazıyor, sözcüğün tam anlamıyla "yaşıyor".
Indiana Üniversitesi'nden emekli olurken bile yaptığı son iş, orada büyük çabalarla bir Türk Edebiyatı/Halkbilimi kürsüsü kurdurmak oldu. Şu anda Van'da halkbilim araştırmalarını sürdürüyor. Yazları Güre'de açtığı okulda akademisyenlere eğitim veriyor.
Kardeşliğe Bin Selam kitabı bir açıdan 1923'te Sivas'ın Gemerek ilçesinde bir ilkokul öğretmeninin oğlu olarak doğan bir çocuğun nasıl bir "uluslararası bilim adamı" olduğunun öyküsü… Bu anlamda sadece Başgöz'ün değil Türkiye Cumhuriyeti'nin de bir başarı öyküsü. Ama aynı zamanda bu çocuğun çektikleri açısından, Cumhuriyet'in nerelerden geçtiğinin, dürüst ve çalışkan bir bilim insanı olmanın Türkiye'de nelere mal olduğunun da acıklı bir serüveni…
Kitapta beni en çok etkileyen bölümlerden biri, Başgöz'ün, askerlik yaparken, solcu olduğu gerekçesiyle gözaltına alınması ve götürüldüğü Sansaryan Han'da yaşadıkları. O dönemde tuttuğu notlara göre, küçücük hücresinden su içmeye de çıkarılmadığı için, bir tas ister, içine su koymak için. Gerçekten de ona bir tas verirler; verirler ama tasın dibi deliktir! "Herhalde alay ediyorlar insanla" diye not alır Başgöz. Sonrasını yine Başgöz'den dinleyelim: "Cebimde kalan bir silgiyi kibritle eriterek delik teneke kabı lehimledim. Bayağı tuttu da. Artık yüznumaradan gelirken bu kabı su ile doldurup hücreme alabiliyorum."
Bir başka not: "Bir keşifte bulundum. Portakal kabuklarından bir ocak yaptım, kese kâğıtlarını yakarak yemeklerimi ısıtıyorum. Pekâlâ oluyor." Kitabın her sayfası, hatta her satırı okuru müthiş etkiliyor. Kendinize bir iyilik yapın ve bu kitabı okuyun.

Prof. Dr. Nizamettin Koç
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Ölçme ve Değerlendirme Bölümü Başkanı
Çok değerli ve etkili bir bilim insanı
Mensubu bulunduğum Ankara Üniversitesinin bana sunmuş olduğu bir olanak çerçevesinde ve güzel bir tesadüf eseri, çok değerli bilim insanı Başgöz Hocamızın en uzun süre akademik çalışmalarını yürütmüş olduğu Indiana Üniversitesi’nde bir yıl süre ile bulundum. Orada bulunduğum süre içinde Başgöz Hocanın Indiana Üniversitesi’nde estirdiği güzel akademik havayı, söz konusu dönemde aynı Üniversitede Lisansüstü çalışmaları çerçevesinde öğrenim gören tüm Türk öğrenciler gibi yakından gözleme, yaşama fırsatı buldum. Oraya gittiğim ilk günlerde kendilerinin çok yakın ilgilerini ve desteklerini gördüm. Bildiğim kadarıyla Indiana Üniversitesine yolu düşüp İlhan Başgöz Hocanın ilgi ve desteğini görmeyen kimse yoktur.

Metin Turan
Folklor/Edebiyat dergisi yayın yönetmeni, YTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi, öğretim elemanı
Ufkumuzu genişleten, yolumuzu aydınlatan bir bilim adamı
Böşgöz’ün İngilizcenin yanı sıra Fransızca yayınları da vardır. Özellikle Bilmeceler, Türk Halk Hikâyeleri ve Nasreddin Hoca çalışmalarıyla, dünya halkbilimi çevrelerinin dikkatini Türk folkloruna çeker. 1978 yılında Karac’oğlan, 1979 yılında ise Âşık Ali İzzet Özkan üzerine çalışmaları yayımlanır. Halk ozanları, saz şairleri üzerine yapılan çalışmalara açılım getiren yayınlardır bunlar. Bunları, 1986 yılında hem Türkiye hem de Amerika’da yayımlanmış makalelerinin yer aldığı Folklor Yazıları izler. Bu kitap, Türkiye’de folklor araştırmalarının, halkbilim ve halk edebiyatı ürünlerine yaklaşımın da yörüngesini değiştirir. Uzun yıllar alana hâkim olan malzemecilik, artık araştırmacının kendisinin de bir şeyler söylemesi, kendi yorumunu da katması gerektiği fikrinin filizlenmesinde ciddi bir yolaçıcı kaynak olur. Bu çalışmayı, 1989 yılında yayımlanan Yunus Emre adlı incelemesi izler ki, Türkiye’de şablonlaşmış Yunus Emre yaklaşımlarını kıran, ‘molla yunus’tan derviş yunus’a geçiş sürecindeki Yunus Emre kişiliğinin, tarihi kültürel kaynaklarını kavramamız yanında halk şairlerine yaklaşımda egemen olmuş kuru bir hayat hikâyesi anlatıcılığına dayanan yöntemsizliği de kırarak yol gösterici olur. Ayrıca, Başgöz’ün Yunus Emre çalışmasıyla çizmiş olduğu derviş kimliğinin, Türk aydınlarına ufuk açacak izdüşümler sağlayacağını da belirtmek gerekiyor.
1996 yılında ise, konu analizli Nasreddin Hoca adlı çalışması yayımlanır. Bunları, 2002 yılında, Mark Azadowski’den çevirdiği, Sibirya’dan Bir Masal Anası adlı çalışma oluşturur ki, bu çevirinin girişine ayrıca uzun bir önsüzle katkıda bulunur. Ayrıca, 2007 yılında, Ankara’da taşıt folkloru üzerine, Türkiye Bilimler Akademisi’nde vermiş olduğu konferans dolayısıyla kitaplaştırılan Yük Taşımıyoruz Sevgi Taşıyoruz adlı çalışmasını da özellikle, kültürde, toplum yapısında ve insan ilişkilerindeki değişimi anlamak bakımından önemsemek gerekiyor.Kentteki köylünün bu dışa vuran ürünleri üzerinde İlhan Başgöz’ün yapmış olduğu irdeleme, bugün türlü yönleriyle yakındığımız ve anlamakta zorlandığımız günümüz Türkiye insanını kavramamıza da ışık tutacak özellikler taşımaktadır.
Bilimsel çalışmalarında kullandığı yöntem, bir üslup ustası olarak yazdıklarının edebiyat değerini de yansıtır. 2008 yılında yayımlanan Türkü adlı çalışması, Böşgöz’ün nasıl aynı zamanda has edebiyatçılarda gördüğümüz bir biçem sahibi olduğunun da belirgin kanıtıdır.
Son çalışması, 2008 yılında yine ‘Türk hayallemesinin bir ifadesi olarak gördüğü, aynı zamanda evrensel ve mistik bir yanı da olan Türk Halk Hikâyeleri üzerine oylumlu bir çalışmadır. Bu çalışma Indiana Üniversitesi tarafından yayımlandı.
Yine bilebildiklerimi paylaşabiliyorum: 1967 yılında Âşık Veysel’in kendi sesinden kaydettiği ve Kültür Bakanlığı tarafından Dostlar Seni Unutmadı adıyla yayımlanan CD. Kalan Müzik tarafından geçtiğimiz yıllarda yayımlanan Urfa türkülerinin has yorumcusu Mahmut Güzelgöz’den derledikleri ve onun sesinden kaydettikleri... Sonra, yine Güzelgöz’den derleyip Urfa Belediyesi’ne armağan ettiği türküler... Bir de bilmediklerim var elbette... “Medine ve Washington etkisine girmiş bir kültür iklimi”  içerisinde birazcık olsun alacak nefesimiz varsa ki vardır, biz bunu biraz değil, daha çok İlhan Başgöz gibi öğretmenlerimize borçluyuzdur. Ufkumuzu genişleten, yolumuzu aydınlatan emeklerine saygıyla…

Kaynaklar:
1. Folklor/Edebiyat. (1998). Prof. İlhan Başgöz’e Övgüyle Folklor/Edebiyat Dergisi, Sayı: 14, s. 56 –57.
2. Emre Kongar, İlhan Başgöz: Kardeşliğe Bin Selam, http://www.kongar.org/medyanotu/305_Ilhan_Basgoz.php.
3. Kardeşliğe Bin Selam: Gönül Pultar-Serpil Aygün Cengiz, 2003, İlhan Başgöz İle Söyleşi, Tetragon Yayınları
4. Prof. Dr. Nizamettin Koç konuşma metni, İlhan Başgöz Onur Ödülü Töreni, Ulusal Eğitim Derneği, 26 Kasım 2010, Ankara. Bu metin Öğretmen Dünyası dergisinin Aralık 372. sayısında yayımlandı.
5. Metin Turan konuşma metni, İlhan Başgöz Onur Ödülü Töreni, Ulusal Eğitim Derneği, 26 Kasım 2010, Ankara. Bu metin Öğretmen Dünyası dergisinin Aralık 372. sayısında yayımlandı.




Sunday, March 11, 2012

Alain de Botton - Biyografi

İsviçreli yazar. Romanları tüm dünyada büyük ilgi görmüş, best-seller olmuş ve 20 dile çevrilmiştir. Felsefeyi güler yüzlü ve anlaşılır bir hale dönüştüren kitaplarında yazar, hem kendi deneyimlerine, hem de büyük sanatçıların ve filozofların düşüncelerine yer vermiştir. “Günlük yaşamın filozofu” olarak nitelendirilen yazarın yayınlanmış olan 8 kitabı, kitaplarıyla ilgili olarak hazırladığı 5 belgesel çalışması bulunmaktadır. 20 Aralık1969’ta İsviçre’nin Zürih kentinde doğdu. Babası Mısır asıllı Gilbert de Botton ve annesi Jacqueline Burgauer’ın tek çocuğuydu. Babası “Global Asset Management”’ın yaratıcısı da olan bir finansördü. Alain De Botton, 8 yaşına kadar Zürih’te yaşadı, bu dönemde iyi derecede Almanca ve Fransızca öğrendi. 1977 yılında İngiltere’ye geldikten sonra, Oxford’daki Dragon School’a kaydoldu. Sonrasında eğitimine Harrow School’da devam etti. Bu okuldan mezun olduktan sonra tarih okumak için Cambridge Üniversitesi’ne gitti. Felsefe doktorası yapmak üzere Harvard Üniversitesi’ne başladı, ancak roman yazmak istediği için çalışmalarına bu yönde devam etmeye karar verdi. 1993 yılında ilk romanı “Essays In Love” (Aşk Üzerine) yayınlandı. Eleştirmenlerce ayakta alkışlanan kitapta, aşk kavramı, bir ilişkinin ekseninde a’dan z’ye ele alınıyordu. Kitabın tarzı farklıydı, çünkü roman türünde pek karşılaşılmayan nitelikte analizler ve yansımalar içeriyordu. Filozoflardan ve büyük düşünürlerden yapılan alıntılar kurgusal bir hikayeyi aydınlatıyor, konunun işlenişine çok boyutluluk katıyordu. Essays In Love’ın ardından 1994’te “The Romantic Movement” (Romantik Hareket) ve hemen ardından 1995’te Kiss and Tell (Öp ve Anlat) yayınlandı. Bu iki kitapta da De Botton, farklı tarzını zengin ve etkileyici anlatımıyla bütünlemeye devam etti. Kız arkadaşının biyografisini kaleme aldığı Kiss And Tell kitabı, yazarın edebiyat dünyasında bir ilke daha imza atmasına neden oldu. Kitap eleştirmenlerce “ Biyografide nesnellik arayışına zekice bir karşı koyuş.” şeklinde yorumlandı.

1997 yılında dördüncü kitabı “How Proust Can Change Your Life” (Proust Hayatınızı Nasıl Değiştirebilir?) yayınladığında tüm dünya onu tanımaya başladı. Kitap Amerika ve İngiltere’de best-seller oldu. Dahiyane yazar Proust’un hayatını ve çalışmalarını baz aldığı kurgusal olmayan kitabında, De Botton, ironik biçimde yeni bir “Kendi kendine yardım” teorisi geliştirdi ve bu konuda daha önce yayınlanıp büyük yankı bulmuş “kendine kendine yardım” kitaplarının analizini yaptı.
"The Consolations of Philosophy" (Felsefenin Tesellisi), 2000 yılında raflardaki yerini aldı. Alain de Botton bu kitabında bütün zamanların en büyük düşünürlerinin hayatları ve yazdıkları arasından günlük yaşama ilişkin bilgece yaklaşımlarını bir araya getirdi. Felsefe ve edebiyatın aynı potada eridiği kitabı, 2002’de yayınladığı “The Art of Travel”(Seyahat Sanatı) takip etti. De Botton bu kez de okuyucularını Flaubert, Wordsworth, Baudelaire ve Van Gogh gibi yazar ve sanatçıların rehberliğinde, yine vizyonu geniş olan bir edebi seyahate çıkardı. 2004’te statü endişesinin tarihsel öyküsünü ve tarih boyunca bu endişeyi yenmeye çabalamış hareketleri incelediği kitabı “Status Anxiety”i(Statü Endişesi) yayınladı. Kitapta toplumun acımasız yargılarına karşı kalkanlar edinen ve bu yolla mutluluğa ulaşmaya çalışan yalın ayaklı filozofların, üstsüz bohemlerin, komedyenlerin, şair ve ressamların resmi geçidini okurlarına sundu.
Alain De Botton 2006 yılında The Architecture of Happiness”i( Mutluluğun Mimarisi) yayınladı. Bu kitabında yazar, farklı yapıda binalar, duvarlar, ev eşyaları ve çevre düzeniyle çevrili olan hayatımızda mimari ve mutluluk arasındaki bağı inceledi. Eser geçtiğimiz yıllarda Türkçe'ye de çevrilmiştir.
Alain De Botton’un aynı zamanda yönetmen Neil Crombie ile kurduğu, kitaplarının ve çalışmalarının belgesellerinin hazırlandığı, “Seneca Productions” adında bir prodüksiyon şirketi var. Yazar halen, 2003’te evlendiği eşi Charlotte, iki oğlu Samuel ve Saul’le birlikte batı Londra’daki Hammersmith kentinde yaşıyor.